Ramazan yaklaştı. Biraz hemhal olalım...
Ramazan geldi mi beni bir endişe bir merak sarar ki sormayın. Hayatımın tüm programı değişecek, yemek yememeye dayanabilecek miyim bir de ayak uydurabilecek miyim yeni programsızlık programına diye. Aslında çok tahammüllü bir kişiliğim vardır. Çok ta sabırlı bir yapıya sahip olduğum çevremde hep dile getirilir. Dolayısıyla ben mübarek bir insan olduğumu düşünürüm. Ama benim mübarek oluşum tümüyle ve sadece bunlardan kaynaklanmıyor. Ya da sadece bunlardan ibaret değil demeliydim belki de. Daha anlatacağım.
Ramazan günlerinde her yıl sahura kadar bekler bir bardak su içer sabah namazını eda eder; ardından neredeyse gün ağarır ben yatıncaya kadar. Doğal olarak bu sene de aynı programa devam ediyorum. Yine bir ramazan sabahı sahur ve namazın edasının ardından yattım aşağı. Hoş yukarı nasıl yatılır onu da bilmem ya. Gözlerimi açtığımda saat on bir olmuştu. Benim de ramazan öncesi yapılan programa göre saat on birde işte olmam gerekiyor. Delice bir telaştır başladı. Bir elimle yüzümü yıkıyor diğeriyle gömleğimi giyiyor gözlerimi açabildiğim aralıklarda pantolonu gözüme kestirmeye çalışıyorum. Gömlek tamam pantolonu yakalamışım bir hışımla ayağıma geçireceğim koltukta uzanmış televizyon izleyen oğlum;
-Hayırdır baba bu ne telaş Cumartesi Cumartesi diye sırıtınca; az kaldı evet az kaldı çıldıracaktım.
Döndüm yatağa uyu uyuyabilirsen. Kendime çok kızdığım için bu yaşadığım olayı birkaç gün sonra bir arkadaşa kahkahalarla anlatıyorum. Zaman zaman kullandığım espiritüel bir ifadeyi ekleyerek “Hatta öfkeden neredeyse kendimi dövecektim” dedim. Devamla ama yapamam ki; benim gibi mübarek bir adamı dövemem ki deyince beraber ses sese verip kahkahayla güldük. İşte ben mübarek bir insan olduğumu böylece hatırlamış oldum yine yeniden. Tabi kişi kendi biraz olsun çabalamalı değil mi böyle işler için.
Şimdi mübarek olduğumu ispat nedenlerimi sıralamaya başlayabilirim. Bir defa ben çok iyi niyetli birisiyim. Hep iyi niyetli düşünürüm, iyiye yorarım. Bu da benim kusurum ise ben ne yapayım. Hani meşhur insanlara mikrofon uzatıldığında;
-En beğenmediğiniz yönünüz nedir diye sorarlar ya. Onlar da gerile kasıla;
-Benim en beğenmediğim yönüm iyi niyetim. Hatta bu yüzden çok zarar görüyorum. Hep bu yüzden kaybediyorum derler ya. Galiba ben de o meşhur iyi insanlar da mübarek olmakta kader ortağıyız. Olsun! Ne kadar çok insan mübarek olursa o kadar iyi.
Bakın gördünüz mü? Farkında olmadan bir meziyetim daha ortaya çıktı. Ben hiç mi hiç kimseyi kıskanmam. Hem de benden ne kadar iyi konumda, üst düzey makam ve mevkide olursa olsun. Hatta ekonomik, sosyal, antropolojik ‘’bu son kelime galiba biraz tuhaf oldu’’ alanlarda bile olabilir; ne kadar iyi olursa olsun hiç ama hiç kıskanmam. Şovmenlerin sitendap gösterilerinde seyirciden aldıkları bilet parası yüksek olan ne yapıyor. Onlar ekran önünde kısacık beyanlarda birbirlerini sadece kutluyor ama çaktırmadan da kendi mal varlıklarının çokluğunu dillendirerek caka satıyor. Hem daha iyi espri yaptıklarına ve hem de dolayısıyla daha çok kazandıklarına dair bir takım ironik hareketler yapıyorlar. Buna rağmen daha sonra yine biri diğerini çok beğendiğini de söyleyebiliyor. Ben de hasbel kader kendi işimle ilgili hafiften en iyisi olduğumu düşünsem de benden sonra başarılı olanları da takdir ediyorum yani. Tıpkı o sanatçılarımız gibi.
Yine mesela ben hiç kimseye tepeden bakmayan mütevazı bir insanım. Tabi ne iş yaptığımı bilenler diyecek ki;
- Sanki çok yüksek bir konumdasın da millete tepeden bakabilesin, sıradan bir memur parçasısın. Senden aşağı konumda kim var ki kime bakasın.
Öyle demeyin ben ne temizlik işçileri gördüm; elinde parlement sigara kulağında bilitut kulaklık, söz yerine geldi mi belediye başkanını cebinden çıkaracak sanırsınız. Ya da bir memur tasavvur edin. Çalıştığı kurumun ne gelir giderini, maliyetini ne işleyişini ne de çilesini bilir; bilse de çekmez ama lafa geldi mi o çalıştığı kurumun bağlı olduğu genel müdüre ya da bakana tepeden bakmayı başarabiliyor. Bu da bir meziyet olabilir yani ama bana göre değil tabi. Onun için ben gerçekten mütevazı olduğumu pek bir gururla söylesem yeridir. Çünkü bana kalsa asıl suçlu o belediye başkanını, genel müdürü hatta bakanı bile özensiz ve dikkatsiz bir şekilde göreve getiren başbakandır. (Yazımız gerçek hayat ve kurumlarla ilişkisi olmayan hayal ürünü bir deneme hikayedir. İlhamını tarihten ve günümüz insanlarından almıştır sadece.)
Asla kendini beğenen bir adam olmadım. Kendini beğenenlerin hayatta düştükleri o kadar çok ofsayt durumlar olur ki anlatamam. Yani ben anlatırım da onlar anlamaz ki. Mesela bu ofsayt durumlara düşüren bahis konusu davranışlardan vazgeçse belki bu huyundan da kurtulacak. Ama bu kendini beğenme hastalığı yüzünden göz göre göre sıkıntıya düşerler de yine de ısrarla bu alışkanlıklarını sürdürürler. Mesela herhangi bir şeyi bu obje ya da fikri bir mesele olabilir, ilk olarak kendi beğendiyse ne ala. Yok, eğer biri hadsizlik etmiş ve ondan önce beğenmişse; birinci ihtimal ona acil bir kusur bulunur. Bulunamadı ise; ilk beğenen getirilir ondan önce beğendiği ya da o fikri beyan eylediği için pişman olduğunu itiraf ve tövbe eder ya da ettirilir. Ki o zaman ilk olarak beğenme şansı o büyük namütenahi değer sahibi kişinin olsun da işler yoluna girsin.
Bir fikir ondan sadır olmuşsa güzeldir. Yani yine eğer fikir başkasının ise; en iyi onun ağzından çıkabilir ve o deklare etmelidir. Aksi halde o güzel fikir çöpü boylar. Kendini beğenmiş kişi bir konuda kim ne söylerse söylesin; en iyi sözü kendi söylemiş gibi aktarır ve kabulü için de ısrarcı olur. Her ne kadar ondan önce söyleyen;
- Yahu bunu ben söylemedim mi? dese de para etmez. Bir de üste çıkar;
- Ne fark eder ha sen ha ben! der bilgiç bilgiç.
Bana gelince fikirlerini ısrarla söyleyen, zevklerini beğenilerini rahatça paylaşan, hakikat ve güzellik adına kendi dışında gördüklerini sindirebilen ve rahatsızlığını fazla belli etmeyen biriyim. Allah aşkına siz söyleyin ben mübarek bir insan olmuyormuyum?
Tam bunları düşünürken iftar saatinin yaklaştığı karnımın gurultusu sayesinde aklıma geldi. Şöyle kalemi bıraktım. Buraya kadar yazdıklarımı bir gözden geçirdim. Düşündüm; Aaa… Aman Allah’ım… Ben ne yapmışım. Herkesin kendini / nefsini her haliyle beğendiği; her yanlışını tecviz ettiği saplantılı yola ben de düşmüşüm. Hem de diğer insanlar sadece hisseder ya da hissettirirken bunları; ben bir de utanmadan yazıya dökmüşüm. Aman Allah’ım ben adam akıllı kendimi öven bir yazı yazıp haddimi aşmışım! Tövbe; pişmanım! Buradan kalkınca iftar sonrası ilk işim bu müsveddeleri yakmak olacak. Yazılarımı müsvedde yazarım da; yani sonra daktilo ediyorum hani bu arada bunu da belirteyim. Benim gibi mübarek bir insan nasıl böyle bir hataya düşer.
Hemen içime bir his yerleşti. Sanki biri kulağıma fısıldıyordu. Bu büyük ihtimalle hakikatin sesiydi. Şöyle diyordu;
-Şşşş ne yapıyorsun sen. Sakin ol. Delirdin mi? Bak şu anda yaşadığın gel git li düşünce bile sana bir ipucu vermeli. Etrafına bir bak! Bu tür sorgulamaları yapabilen kaç kişi var. Hepsi gaflet içinde yüzüyor. Herkes bir hesabın içinde. Kendimi nerelere yamasam, kimlerle görülsem/ görüşsem diye fır fır dolaşıyor etrafta. Bir kare foto da yer alabilmek için az kalsın birbirini ezecek hale gelmiş. Sen ise elinden geldiğince bu yanlışları az yapmaya çalışıyorsun. Sonra bu yanlışları biliyor olman, hatta zaman zaman dillendiriyor olman az iş mi canım. Tabi ki sen mübarek ve mükemmel bir insansın. Aklını başına al. Ayetlerde bile insan en üstün varlık olarak anlatılıyor iken senin haddin mi böyle kendine yazık etmek. Hiç yakışıyor mu kendine böyle haksızlık ediyorsun. Bu olsa olsa Hakikat'in (!) sesi olmalıydı.
O an da anladım ki kendime büyük haksızlık ediyorum. Evet, ben daha kendi değerimi bile anlamayacak kadar saf, mütevazı, hamiyet perver, kadir şinas, cömert, müşfik… … … … … … …
Yine o anda iyice emin oldum ki;
Ben mübarek bir insanım.
Vesselam
Selehattin DUMAN
Mayıs 2017 dolaylarının Mücahitlerine (!) ithaf olunur…