Ağlamak, gözyaşı dökmek kalbin yükünü hafifletir. Doğduğumuzda ilk yaptığımız eylem hatta zorunlu eylemdir. Böylece vücudumuzun sistemleri çalışmaya başlar. Önce solunum, sonra dolaşım daha sonra diğer sistemler bir bir harekete geçer. Sanki motoru ateşleyen bujidir. Potansiyel enerji hareket enerjisine dönüşür. Gözler nemlenince görüntü buğulu olsa da sonrasında görüntü daha nettir, çünkü gözyaşıyla yıkanan gözler silinmiş cam gibi pırıldamaya başlar. Ağladıkça yükümüzden kurtuluruz, sonrasında kendimizde bir hafiflik bir rahatlık duyarız. Kara bulutların kendini bırakması gibi her şeyi kabul eden yer döşeğine kendimizi bırakırız. Dalgalı deniz birden dinginleşmiş, bulanıklık birden durulmuştur. Adrenalin düşmüş, heyecan yerini sessizliğe bırakmıştır.

 

            Benim bahsetmek istediğim ağlama esasen bu tür bir ağlama değildir. İlk günden başladığı ağlama alışkanlığından kurtulamamış kişilerin durumudur. Bebeklikte bu durum anlaşılabilirdir. Çünkü ihtiyaçlar ya da sorunlar bu yolla karşılık bulur. Fakat çocukluktan itibaren artık konuşma, kendini ifade etme dönemi başlar. Yaş ilerledikçe konuşarak, duygular, düşünceler dile gelmeye başlar. Çevreye ses veren ve çevrenin sesini duyan kişi varoluşunun anlamını hisseder, duyar. Bunun adı yaşamaktır, yaşadığını anlamaktır. Anlamlandırıldıkça hayat güzelleşir, yaşadıkça yeni anlam arayışları başlar. Dün ve yarın arasında bu günün varlığı bizi alır götürür. Hayat var olduğunu bilebilmek, yaşadığını hissedebilmek, başkalarına ses verebilmektir. Düşünebilmektir, yaşayabilmektir. Hayatı anlayabilmek, geleceği kurgulayabilmektir. Dünü yorumlamak, bu günü anlamak, yarını öngörmektir.

 

            Hayat yolunda yürürken en küçük zorlukla karşılaşınca çamura yatmaya çalışan ve ona buna ağlayan tipler ne var ki çoğalmaya başladı. Bu tiplerin en dikkat çeken özelliği duygu sömürüsünü iyi yapmalarıdır. Olmayan bir şey hayatında olduğunda basarlar vaveylayı, çığlıkları kulakları tırmalar. İsteklerinin neden olmadığını öyle anlatırlar ki dinleyen acımaya başlar. Neredeyse Nasreddin Hoca gibi haklısın dersiniz. Olayları başkalarından dinlemeseniz kesin yargıya ilk tarafta varırsınız. Öyle ballandıra ballandıra anlatım yapılır ki ağzınız açık onu izlersiniz. Sizi ağlama duvarına çevirirler fark edemezsiniz. Duygusal bir milletiz ya kalbimiz var ya kanadıkça kanatırlar. Bizi bizden alırlar, dinlediğimiz mahmur beste ciğerimizi yakar. O sözüyle ağlar biz gözümüzle, o derdini toprağa değil bize boşaltır. Gamlanırız, derdi derdimiz olur, birden. Üzüntü dinledikçe üzülürüz, kederleniriz. Gönlümüzde bir öfke kabarır, karşı tarafa karşı. Yeni düşmanlarımız olmuş biz anlamadan. Bizi öyle şartlandırmışlar ki uyarıcı tepki otomatikleşir.

 

            Yokluk yokta değil varda yok olur. Var olanların varlığıyla değil de var olmayanların yokluğuyla ilgilenir, ağlamayı hastalık haline getirenler. Nasılsın diye sormaya görün, başlar saymaya sizi sorduğunuza pişman eder. Zenginliği fakirlik gibi anlatır. Dilenciler bile isterken bu yanıklığı, çaresizliği yansıtamazlar. Bardağın boş tarafını görmekten, dolu tarafını fark edemezler. Nasip kısmet döngüsünü hiç anlamamışlardır. Nasipse kısmettir, kısmetse nasiptir. Bir şeyin varlığı da yokluğu da kişi için hayırlıdır. Geleceği ancak yaradan bilir, insan bu günü dünle birlikte düşünür ve kendince bir değerlendirme yapar. Verilenler sorumluluk getirir, verilmeyenin hesabı da yoktur. İnsan için ancak kazandığı vardır. Kaybettiklerimiz kendi ellerimizden kayıp giderler. Dostlarımız dertleştiğimiz kişiler de olmalıdır, elbette. Ancak maksadını aşan her fiil zulme dönüşür. Ağlama hastalığına düşenlerin tek reçetesi gülmeyi öğrenmektir. Bunu öğrenebilmek için gerçekten derdimiz varsa gerçekten yüreğimizden gözlerimize giden suyolunu açabilmek çok önemlidir. Bu yolculuk kendi doğal seyrinde olabilirse zahmet rahmete dönüşür. Kuşlar gibi dertlerinizden uzaklaşır, güller gibi miski amber yayarsınız. Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel yaşar. Darısı başınıza…([email protected])