Biz millet olarak düzeni ve istikrarı severiz. Tarihimiz boyunca yaşadığımız en hızlı dönüşüm, Cumhuriyet yıllarına rastlar. O günden sonra da yönetimi devralan iktidarların, var olanı yürütmekten öte bir atılıma gerek duymamasına alışmışızdır.

Bu sebeple iki dönemdir iktidar koltuğunda oturanların ülke için tasarladığı ve yürürlüğe koyduğu değişimlerin, her kesimden tepki alması doğaldır. Oysaki ulaşımda, sağlıkta, dış politikada, ekonomide gözlenen, dinamik olduğu halde sebatını bozmayan hareketlilik; hakkı teslim edilmesi gereken bir hizmet anlayışının ürünüdür.

Ne var ki, eğitim alanında yaşanan baş döndürücü değişimin bünyemizde oluşturduğu acılı kramplar üst üste eklenirken, telafiye dönük adımlar atılabilecek mi, merak konusudur. Yoksa eğitim camiasının kendi amirine ( bakanına) duyduğu kırgınlık sürecek, aralarındaki mesafe açılmaya devam edecek midir?

Benim bir anne olarak kendi çocuklarımda, bir öğretmen sıfatıyla öğrencilerimde ve bir birey olarak çevremde gözlemlediğim sorunlar, hiç de azımsanacak sayıda değil ne yazık ki…

Şöyle bir yoklayalım hafızalarımızı, en basitinden başlayarak:

Birinci sınıftan itibaren el yazısı öğrenmesi beklenen çocukların, dördüncü sınıfa geldiklerinde branş dersi öğretmenlerine “Düz yazı yazabilir miyiz?” diye adeta yalvarmaya başlaması, bu arada her iki yazı karakterinin de göze hitap etmeyecek şekillere bürünmüş olması…

Henüz okullarda eşitlik sağlanmamışken “fırsat eşitliği” gerekçesiyle her çocuğun kendi mahallesindeki okula gitmeye mecbur bırakılması…. Manavını, kasabını seçebilen herkesin, geleceğini şekillendireceği okulu seçme hakkının elinden alınması… Elbette buna razı olmayan insanların işlerini yer altından yürütüp nüfus müdürlüklerinin kapılarını aşındırması…

Okullarda fizikî hiçbir hazırlık yapılmamışken, anasınıfına gitmeye hazırlanan miniklerin, kendilerini belki de bir yaş çocuklarla aynı sınıfta bulması… İlkokulun dört yıla indirilmesiyle aynı anda mezun veren sayısız öğretmen açıkta kalınca, dengeleri sağlamak üzere alan değişikliğinin başlatılması… Üniversite yıllarından arta kalan yan branşa dayanılarak o branşa atanan öğretmenlerin, çok da düşünme fırsatı bulamadan aldıkları bu kararla başbaşa kalması… Pırıl pırıl yeni mezun adaylar atama beklerken, yan alanına atanan öğretmenlerin, eğitimdeki kaliteye  sağladıkları katkının ciddi düzeyde tartışılabilir olması…

Sekiz yıllık eğitimde –acaba- hangi aşamaları kaydetti isek, bu sürenin on iki yıla çıkarılması… En azından meslek edinme ihtimali bulunan, belki okuduğunu anlama yeteneği bile olmayan gençlerin, on sekiz yaşına kadar, kahredecekleri bir sürece tâbi tutulması…

Altıncı sınıfta bile, sınıf öğretmenlerinin kanatları altından ayrılan öğrencilerin, her ders için ayrı uyum sorunu yaşadıkları malum iken; ortaokul yaşının beşinci sınıfa çekilmesi… Rehberlik dersi bile olmayan, yumurtasından çıkmış bu çocukların düştükleri kocaman dünyada sendelemesi… Yaşça büyük ortaokul öğrencileri dersini bitirip evine dönerken, beşinci sınıf öğrencilerinin “seçmek zorunda” oldukları “seçmeli” derslere katılması… Devam kaydı tutulmayan bu dersler sayesinde, okuldan kaçma taktiklerinin erken yaşta kazanılması…

İlkokul ve ortaokul binaları birbirinden ayrılırken; mesela bir ailenin dördüncü ve beşinci sınıfa giden çocukları için ayrı güzergahlar izlemesinin, aralarında uzak mesafeler bulunan okullara çocuklarını taşımasının beklenmesi…

Öğrencinin daima haklı ve giderek dokunulmaz olduğu bir sistemde; evinde baskı gören, aynı özgürlük ortamını bulamayan çocukların okulda sınırları zorlaması… Yapmadığı ödev için bile öğretmeninin onu takip etmesi gerektiğini fark ederek her geçen gün sorumluluklarından sıyrılması… Yetkileri alınıp görevleri had seviyeye çıkarılan öğretmenine değer verilmediğini, hakkında “şikayet hattı” kurulduğunu bilen genç nesilde saygının yerini öğretmen cinayetlerinin alması…

Okulların hemen hiçbirinde, yaşayarak öğrenmeyi sağlayan laboratuarlar yokken, zaten her türlü aktiviteyi tuşlara endekslemiş olan öğrencilere tablet bilgisayar sağlamak üzere yatırım planlanması….

Çocukların geleceğini belirlemek üzere girdikleri sınavların OKS, SBS, ÖSS, LYS gibi, ismi ve açılımı yanında içeriği de her yıl değişen ve deneme yanılma sınırını çoktan aşmış bulunan bir belirsizliğe dönüştürülmüş olması… Sonrasında sınavların ve dersanelerin kaldırılması planlanarak; diploma notuna bağlanan başarının, veli ile öğretmen arasında pazarlığa varması muhtemel bir yüzleşmeye yol açacak olması...

Öğrenci üzerinde sınav ve dersane yükünü kaldıran eğitim sisteminin, öğretmen almak için uyguladığı sınavın dozajını her geçen gün artırması… Dersanelerin KPSS müşterileri arasında uzun kuyruklar oluşması…

Birkaç küçük başlık bütün bunlar. Listenin uzayıp gitmesine ve bizi getirdiği yere bakınca, insan durup düşünmeden yapamıyor: “Bu kadar arayış gerekli miydi ve vardığımız nokta, yaşananlara değdi mi?”

Hatice TOKDEMİR

Eğitim Bir Sen İstanbul 4 No’lu Şube

Kadın Komisyonu Üyesi