Adana’daki yangında cennete uğurladığımız kızcağızlarımızın ardından tartışmalar, atışmalar, suçlamalar, savunmalar…
Daha önce bu tür olaylardan sonra yaşadıklarımız bizi tecrübeye dayalı reflekslere itiyor. Geniş bir kesim, sorumluların bir şekilde ceza almaktan kurtulacağını, göstermelik bir iki yaptırımla işin soğumaya bırakılacağını düşünüyor. Şahsen ben böyle düşünme (k istemeye) nlerdenim. Çünkü ortada bu kadar vahim bir durum varken sorumlu bulunup da bulunamayan birilerinin olması vicdanlarda bir yara daha açmak demek olacak. Müslümanca düşünmek, böyle bir düşünceyi bile kaldırmaz.
Ancak olayla sorumlu ararken nereye veya nerelere bakılması gerektiğini de konuşmak zorundayız. Bir yangın çıktığında söndürmek için ateşin üstüne değil, kaynağına; yani alt kısmına su sıkılır. Zira üstteki alev, alttan gelen ateşin sadece son ucudur. Bu elim olay da başka ihmallerin sonucudur.
Kişileri eleştirirken sistemleri, anlayışları, fikirleri de eleştirelim. Meşhur bir söz vardır: Küçük insanlar kişileri, sıradan insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri konuşur. Dolayısıyla olaya geniş bir perspektiften de bakılmalı. Bakılmalı diyorum çünkü olayı medyadan takip edenlerin bilgi kirliliği ve fikir çöplüğü içinde neyi düşüneceklerini şaşırdıkları kanaatindeyim.
Bir baba, kızının cenazesini almak için bekliyor. Diğer kızı hastanede. Muhabir soruyor: “Kızınızı niçin yurda verdiniz?” Babanın cevabı ibretlik: “Mecbur. On iki yıl okuma zorunluluğu var”.
Bu cevabı duyduğumda gözlerimden akan yaş, elbette ki o babanın içindeki ateşi söndüremeyecek. Ama eğri oturup doğru konuşmak zorundayız. Babayı mecbur bırakan neydi? Köyündeki okulu kapatıp ilçeye ana kuzularını yatılı göndermeye mecbur bırakan neydi? Daha annesine doyamamış kızcağızları, hem de tam ergenliğin sıkıntılı yıllarının arifesinde yurtlara mahkûm eden, göstermelik yangın tatbikatlarından sonra gerçek bir yangın anında sağlıklı karar vermesini öngören öngörüsüzlüğün kaynağı neydi?
Bizi bu zorunlu eğitim mahvetti. Taşımalı eğitim mahvetti. Yatılı bölge okulları mahvetti. Zorla okuturum anlayışı mahvetti.
Eğitmek, okutmak, yetiştirmek küçücük çocukları aile ortamından kopartmak değildi. Köylerde küçük okullar açıp da olurdu. İşin aslı okutmak değil, terbiye etmekti. Bunun da en önemli saç ayağı anne babaydı.
Toplumsal gerçekliklere, şartlara, imkanlara rağmen kararlar alıp çocukları toplama kamplarında toplayarak eğitim reformu olmuyor. Bunun sonucunda böyle facialar yaşandığında da sadece yurt veya okul müdürlerinin yakasına yapışınca sorumlulardan hesap sorulmuş olmuyor. Sistemin kuruluşundan uygulanışına, tepeden aşağıya herkesin ve her fikrin sorgulanması gerekiyor.
Çok ciddi değişimlere ihtiyacımız var. Bunu batıya ve batı merkezli fikirlere angaje olarak başarmamız mümkün değil. Bizim önce kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye gitmek istediğimizi sorgulamamız gerekiyor. Yıllardır çocuklarımıza el yazısı dayatması yapıyoruz. Sonuçlar açıkça ortadayken hâlâ sistemin el yazısını diretmesi buna açık bir örnektir. Bunu başka bir yazıya bırakıp geçiyorum.
Gelin kendimizi, fikrimizi değil çocuklarımızı önceleyelim. Çünkü onların kendilerini savunacak güçleri yok. Zorunlu eğitimden ders programına, okul mimarisinden el yazısına kadar her konuyu çocukların yerine kendimizi koyarak konuşalım.
Konuşamayacaksak da susalım. Hiç olmazsa gürültü kirliliği olmasın.